For my academic writings, please consult:
http://works.bepress.com/mehmetozkan/

January 20, 2008

FİLİSTİN-İSRAİL SORUNUNA NASIL YAKLAŞILMALI? (I)

Tarihçiler son elli yılda ortadoğudaki en büyük sorunun Filistin-İsrail arasındaki çatışma olduğu konusunda hemfikirdirler. Küresel dünya düzeninde bu sorun sadece ortadoğuya barış getirmenin önündeki en büyük engel olmayıp aynı zamanda bölgedeki diğer gelişmeleri de doğrudan etkilemektedir. Ortadoğu devletlerinin Filistin-İsrail çatışmasına yaklaşımı, ilgili devletin ortadoğudaki etkinliğini doğrudan etkiledigi gibi onların iç meşruiyetleri açısından da kilit bir öneme sahiptir. Filistin olaylarına duyarsız hiç bir bolgesel devlet kendi halkına bunu izah edemez. Filistinde yaşanan trajedi tarih boyunca çeşitli adlandırmalara sahne olmuştur. 1940`lardan başlayarak 1970’lere kadar süren dönemde Filistinde yaşanan olaylar genel olarak Arap-İsrail çatışması olarak adlandırılmıştır. 1970 sonrasında ise daha çok Filistin-İsrail adlandırılması tercih edilmiş olup bu ciddi bir ölçek daralmasını ifade eder. Son yıllarda ise durumu sadece Filistin sorunu olarak adlandırmanın yaygınlaştığını dikkatten kaçırmamak gerekir. Bir durumu adlandırmak onu anlamlandırmanın bir önceki aşamasıdır. Çok değil yaklaşık yüz yıl önce müslümanlar ve yahudiler arasında hiç bir sorun yoktu. Filistinde bugün yaşananlar I. Dünya Savaşından sonra bölgeye artarak devam eden yahudi göçüyle başlamış, 1948 yılında İsrail devletinin kurulmasıyla çetrefilleşmiştir. Daha sonraları yaşanan savaşlar ve barış görüşmeleri ise olayı bugün için çözülemez hale getirmiştir. Tarihi süreç boyunca Filistin tarafı sorunun ortaya çıkmasında ‘pasif’ bir rol oynamış ve sorun yaratıcı taraf hep İsrail olmuştur. Dolayısıyla bu yazıda Filistin meselesi bir İsrail sorunu olarak nitelendirilecek ve sorun yaratici tarafin genel olarak izlediği stratejiler ve günümüze yansılamarı izah edilecektir. Durumun Filistin açısından incelenmesi ise başka bir yazının konusudur.

İsrail bugün bölgede kalıcılığını kuvvetlendirmek ve Filistini barış istemeyen taraf olarak göstermek için temel olarak üç strateji izlemektedir. Bunlardan ilki küçük ölçekli olup, iç işlerle alakalıdır. İkinci strateji orta kademe olarak nitelenebilir ve genel olarak bölgeye gelen turist ve yabancılarla ilgilidir. Üçüncüsü ise bölgesel ve küresel dengelerle ilgili olup, makro ölçeklidir.

İsrail hergeçen gün isgal ettiği toprakları çeşitli resmi ya da gayriresmi gerekçelerle genişletmektedir. Checkpoint olarak adlandırılan askeri kontrol noktalarının sayısı hergeçen gün teror gerekçesiyle artmakta ve bu durum Filistinliler için artık çekilmez hale gelmektedir. Bir mahalleden diğer mahalleye gitmek için bile İsrail otoritelerinden izin almak gerektiği gibi, bu verilen iznin kontrol noktasında hale geçerli olup olmadığı sadece şansa ve oradaki askerin anlayışına bırakılmıştır. Gerekçesiz olarak saatlerce bekletilmek artık Filistinliler için sıradan bir şeydir. Aynı şekilde Filistinlilerin yaşadığı bölgelerin içinde mantar gibi biten yahudi yerleşim birimleri artık modern dünyada ‘yavaş işgal’ in yeni adı olmuştur. Her geçen gün genişleyen bu yerleşim yerleri Filistinlileri yüzyıllardır yaşadıkları yerlerden zorla ya da gönüllü bir şekilde ayrılmaya zorlamaktadır. Her ne kadar bu durum işgal amaçlı olsa da, aslında temel hedef Filistinliler üzerinde psikolojik yıkımdır. İsrail geri dönmemek üzere Filistini terk etmek isteyen herkese gereken kolaylığı göstermeye dünden razıdır ve bu durumu psikolojik yıkımla hızlandırmaya çalışmaktadır. Azalan Filistin nüfusu her açıdan israil’in işini kolaylaştıracaktır. Çok çarpıcı bir örnek olarak medyaya yansımayan ama hergün Jenin mülteci kampında yaşanan olaylar örnek verilebilir. Jenin tarih boyunca israil’e karşı direnişin en güçlü olduğu yerlerden birisidir. Yaklaşık 1km²’lik bir alandan oluşan Jeninde 15 bin kişi yaşamaktadır. Burada eğitimli insan sayısı hayli yüksek olup 860’dan fazla kişi universite, 67 kişi ise master diplomalıdır. Eğitimle direniş bilincini birlikte taşıyan Jenin`in 2002 de hiç yokken neden yıkıma uğradığının açıklaması burada yatmaktadır: psikolojik de-moralizasyon. Hiç bir gerekçe gösterilmeden halen her gece israil askerleri Jenin mülteci kampına gelmekte ve bir kaç aileye zorla evlerini terke zorlamaktadır. Aileler ancak dışarıda gece yarısı 3-4 saat bekledikten sonra evlerine girmelerine izin verilmektedir. Hergün tekrarlanan bu olay medyanın dikkatinden uzak ama son derece önemli bir de-moralize etme, psikolojik yıkım örneğidir.

İsrail`in ikinci temel stratejisi ilginç bir ikilemi barındırmaktadır. Şehirlerini bir turizm yeri olarak tanıtan ve yabancı çekmeye çalışan israil aynı zamanda ülkeye gelen yabancıların Filistin tarafını ziyaret etmemesi için elinden gelen bütün çabayı göstermektedir. Dünya medyasındaki söylemi kontrol eden yahudiler, bu söylem dışında insanların bilgi edinmesini istememektedir. Filistine giden herkesin oradaki durumun göründüğünden en az on kat daha kötü olduğunun farkına vardığını bilen israil, sınır kapısında Filistin bölgesini ziyaret edeceğini söyleyenlerin bazılarını gerekçesiz olarak geri gönderdiği gibi, bazılarını ise ekstra sorgulamadan geçirmektedir. İsrail ülkeye gelen yabancılar üzerinde sorgulamalarla psikolojik baskı kurarak onların Filistin tarafına geçmesini önlemeye çalışmaktadır. Çünkü Filistin tarafına geçen bir çok kişi artık medyanın gerceklerin ne kadarını yansıttığının farkındadır.

İsrail’in üçüncü stratejisi bölgesel ve küresel siyasette kendi meşruiyet alanını mümkün olduğunca genişletmektir. 1978’de Mısır’la yaptığı anlaşma sonucu Mısır’ı potansiyel savaşılabilecek bir ülke olmaktan çıkaran israil kendisine karşı oluşabilecek herhangi bir bölgesel muhalefeti bütün gücüyle önlemeye çalışmaktadır. Aynı zamanda bölge devletleriyle ilişkileri geliştirmenin yolunu aramakta ve bu şekilde meşruiyet alanını genişletmeye çalışmaktadır. 1990’larda Ürdünle yaptığı anlaşmalarla ilişkilerini çeşitlendiren israil’in Türkiye ile ilişkileri ilerletmeye aşırı istekli olmasının arkasında bu meşruiyet arayışı yatmaktadır. İsrail’in son yıllarda körfez ülkelerine açılmaya çalıştığı ve Qatar başta olmak üzere bazı krallıklarla flört etmeye başladığını ayrıca belirtmek gerekir. Özellikle Irak savaşı sonrası ortadoğuda oluşmaya başlayan Şia-Sünni bloklaşmasından kendine pay çıkarmaya çalısan israil körfez ülkelerinin İran karşıtı duygularını sömürerek ilişkilerini geliştirmeye çalışmaktadır. Normalde Şia hiç bir kökeni olmayan Hamas’ı bile hep İranla birlikte telaffuz ederek bölge devletlerinin gözünde devre dışı bırakmaya çalışması tamamıyla bu stratejinin bir parçasıdır. Aynı şekilde İran`nın nükleer silah üretme çabalarına karşı oluşan küresel muhalefeti de hem Hamas’ı bitirmek hem de bölgedeki dengeleri değiştirme potansiyeli bulunan İran’ı izole etmek için kullanmaktadır.

Bugün ortadoğuda yaşanan trajedi temel olarak bir İsrail sorunudur. Bu sorunun çözümü herşeyden önce İsrail’in nasıl bir devlet olmak istediği sorusuyla doğrudan alakalıdır. Hergeçen gün toprak genişleten israil için son noktanın neresi olduğu hala belli olmadığı gibi, artık meşruiyetini hem bölgede hem de küresel düzeyde güçlendirmiş bir İsrail’in barış yapma gibi bir ihtiyacı da yoktur. Artık barış görüşmeleri zaman kazanma ve şirin görünmenin ötesinde bir anlam taşımamaktadır. Uluslararası düzende büyük ölçekli sorunların çözümü ancak sistemdeki büyük değişimlerle gerçekleşir. Güney Afrikadaki ırkçı Aparheid rejimini sona erdiren her ne kadar siyah halkın mücadelesi gibi görünse de aslında soğuk savaşın sona ermesidir. Dolayısıyla İsrail sorununun sona er/diril/mesi de ancak ve ancak bölgesel ve küresel güç dengelerinde yaşanacak bir değişimle mümkündür. Bölgesel anlamda güç dengelerini kendi aleyhine degiştirebilecek tek etkenin İran’ın nükleer silaha sahip olması olduğunun farkında olan İsrail’in İran’ı izole etmenin yanında, muhtemel bir savaşı bile desteklemesinin arkasındaki temel etken budur.

10 Ekim 2007
Sevilla- Spain

No comments: