For my academic writings, please consult:
http://works.bepress.com/mehmetozkan/

January 10, 2012

I HAVE MOVED!

I have moved to a more professional website, please consult:
http://works.bepress.com/mehmetozkan/
Thank you and see you there!
Mehmet

December 24, 2010

TÜRKİYE’NİN LATİN AMERİKA AÇILIMI VE BREZİLYA: BÖLGESEL GÜÇTEN KÜRESEL OYUNCULUĞA KADER BİRLİĞİ Mİ?

Mehmet ÖZKAN
(Doktora Öğrencisi, Sevilla Üniversitesi, İspanya)

Türk dış politikasının çok boyutluluk özelliği artık her geçen gün daha genişleyen ve derinleşen ilişkiler ağıyla kendini göstermektedir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve beraberindeki kalabalık bir heyetin Mayıs sonundaki altı günlük Latin Amerika gezisi sadece Türk dış politikası için bir açılımı değil, benzer siyasi kökleri ve kaderiyle aslında farkına varmadığımız bir ortaklığın başlangıcını da simgelemektedir. Türkiye-Latin Amerika ilişkilerini ve geleceğini anlamak ve bunu sağlıklı bir çerçeveye oturtmak için Latin Amerika’ya nasıl bakılması gerektiği sorusu Türkiye için acil cevap bekleyen bir sorudur.

Latin Amerika dünya siyasetinde önemli bir yer işgal etmesine rağmen aslında diğer küçük kıtalarla karşılaştırılınca hak ettiğinden daha az üzerinde durulan, konuşulan ve yazılan bir kıtadır. Soğuk savaş döneminden kalan ve hâlâ kıtaya bakış açımızı büyük ölçüde şekillendiren yaklaşım, Latin Amerika deyince sol hareketler ve anti-Amerikanizm aklımıza gelmesidir. Aslında bu bakış açısı, temelde doğru olsa bile, kıtaya daha geniş perspektiften ve karşılaştırmalı bir bakış açısı getirmek, 21. yy.daki eğilimlerini tespit etmek ve Latin Amerika’yı soğuk savaş sonrası dünya sistemi içine yerleştirmek bir zorunluluktur. Bu yazıda sosyal ve siyasî dinamiklerden yola çıkarak Latin Amerika’ya nasıl bakılması gerektiği sorusuna, Amerika, İslam Dünyası ve kıtanın geleceği gibi noktalardan yaklaşarak cevap arayacağız.

Latin Amerika’ya Nasıl Yaklaşılmalı?

Geleneksel olarak Latin Amerika kıtası, Amerika’nın arka bahçesi gibi görülmekle birlikte Amerikan karşıtı hareketlerin en yaygın olduğu kıtadır da. Muhtemel siyasî etkileri, diğer bölgelerdeki Amerikan karşıtlığından daha fazla olabileceği için Amerika, Latin Amerika’ya yönelik olarak soğuk savaş döneminden beri gerektiğinde askerî müdahale ve darbelere destek vermek dâhil, kıtanın kontrolünden çıkmaması için her türlü siyasî yolu izlemiştir. Eski Sovyetler Birliği, özellikle sol eğilimli örgütler ve Küba gibi devletler örneğinde olduğu gibi, kendisine ciddî bir kazanım elde ettiyse de, bu durum hiçbir zaman Amerika'nın kıtadaki hayatî çıkarlarını tehdit edecek boyuta ulaşmamış olup, etkisi sınırlı kalmıştır.
Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte Latin Amerika kıtası fikrî ve siyasî yapı anlamında ciddî değişikliklere uğramıştır. Bu değişiklik, kendisini üç temel formda göstermiş olup şu an kıtanın geleceği anlamında bu üç siyaset tarzı derin bir yarış içindedir.

Bu eğilimler, temel olarak Amerikan eğilimli (Kolombiya ve Şili gibi), Amerikan karşıtı ve sol meyilli (Venezuela, Ekvator ve Bolivya gibi) ve son olarak da aslında kökleri sol eğilime dayanan fakat kendilerini ortanın solu olarak ifade eden ve kendi çıkarları ile neo-liberal politikalar arasında bir denge arayışında olan siyasî eğilimdir. Bu son eğilim daha çok kendisini Luiz Inácio Lula da Silva’nın devlet başkanı olmasından bu yana Brezilya üzerinden göstermiş ve şu an itibariyle hem siyasî demokratikleşme, hem de ekonomik refah anlamında kıtada örnek olarak gösterilmektedir. 21. yy’da Latin Amerika’nın geleceği, bu üç siyasî projenin hangisinin daha başarılı olup kıtada yayılacağı ile ilgili bir ‘fikirsel’ mücadelenin sonucuna göre belirlenecektir. Latin Amerika aynı Orta Doğu gibi, etkilerinin son derece fazla olduğu ve herhangi bir pozitif ya da negatif gelişmenin hemen yayıldığı bir kıtadır. Ortak dil olarak İspanyolcanın kullanılmasının yanı sıra, Brezilya haricindeki diğer bütün devletlerin aynı devlet tarafından sömürgeleştirilmesi (İspanya), sömürgeciliğin kıtada bıraktığı siyasî kültür ve kurumlarda ciddî benzerlikler oluşmasına yol açmıştır. İşte bu yüzden, her ne kadar her ülke farklı sorunlara sahip olsa da, Latin Amerika’da bir ülkenin geleceğinden çok, tüm kıtanın geleceği üzerine konuşmak hem kıtayı daha iyi anlamayı sağlayacak hem de daha anlamlı olacaktır.

Latin Amerika’ya Türkiye, Ortadoğu ve İslam dünyası açısından bakıldığında her şeyden önce vurgulanması gereken nokta kıta ile “sosyal” bağların bilindiği ve düşünüldüğünden çok daha fazla olduğudur. Osmanlı Devletinin son döneminde oraya göç eden Osmanlı tebaasının kıtadaki etkisi ve etkinliği o kadar önemlidir ki bugün Latin Amerika’da “turco” denilen yeni bir toplumsal katman oluşmuştur. Bunlar kıtada sadece İslam’ı tanıtmakla kalmamış, aynı zamanda “Türk stili” denilen ve ticarette hayli başarılı ve toplumda saygınlığı olan yeni bir nesil oluşturmuşlardır. Kısmen bunların etkisiyle Latin Amerika’da Müslüman nüfusun az olduğu bölgeler ve kıtalara kıyasla İslam karşıtı duygu ve düşünce son derece azdır. Sosyal anlamda var olan bu yakınlığa rağmen siyasî ve ekonomik ilişkiler son derece zayıf olup ancak son dönemde gelişmeler kaydetmeye başlamıştır. Bunda, kıtayla olan siyasî ve ekonomik ilişkilerin tarihten gelen zayıflığının yanında, kıtaya yönelik olarak bir bakış açımızın olmamasından kaynaklanmaktadır.

Latin Amerika ve Ortadoğu: Ortak kader, Ortak gelecek?

Yukarıda belirtilen sosyal etkenlerin yani sıra Latin Amerika, Ortadoğu ve İslam dünyası ile uluslararası siyasetteki yeri itibariyle aslında benzer bir kaderi paylaşmaktadır. Her iki taraftaki sömürgecilik sonrası bağımsızlık hareketleri, fikirsel olarak 19. yy ile 20. yy’ın başlarında olgunlaşmış, siyasî olarak ise kendisini ve etkinliğini İkinci Dünya Savası sonrasında göstermiştir. Soğuk Savaş döneminde her iki bölgede de bir Amerikan/Batı karşıtlığı en üst düzeydedir. Fakat ideolojik duruşları iki farklı ideoloji olarak kendisini göstermiştir. Latin Amerika’da sol hareketler, İslam dünyasında ise İslamî hareketler, Batı karşıtı alternatif siyasî duruşların temsilcisi ve sözcüsü olmuştur. Soğuk Savasın bitmesi sonucunda ise 1990’lardan bugüne gelinceye kadar Latin Amerika’da birçok sol parti/grup iktidara gelmiş olup bunlardan Venezuela gibi ilk iktidara gelenler anti-Amerikancı bir söylem ve 1980’lerin anlayışı üzerine kurdukları sert ve radikal bir siyasî tavır takınmaktadırlar. Aynı şekilde İslam dünyasında iktidara gelen ilk İslamî siyasî partiler duruş itibariyle “radikal” olarak değerlendirilmiş ve uluslararası sistemden dışlanmıştır.

2000 yılı sonrasında hem Latin Amerika’da hem de İslam dünyasında yeni bir siyasî rüzgâr esmektedir. Latin Amerika’da yukarıda bahsedildiği gibi Brezilya Devlet Başkanı Lula’nın önderlik ettiği ve kendi iç dinamiklerinden ayrılmadan fakat aynı zamanda Batı’yla da sürekli çatışma içinde olmayan pragmatik yeni bir siyasî alternatif proje yürürlükte olup, başarılı bir grafik çizmektedir. “Ortanın solu” denilebilecek bu siyasî duruş, bugün itibariyle Latin Amerika’da en başarılı ekonomik ve siyasî proje olup diğer birçok devlet tarafından çeşitli vesilelerle taklit edilmekte ve örnek alınmaktadır. Aynı şeyleri, “ortanın sağı” kavramı üzerinden Türkiye’nin AK Parti ile birlikte İslam dünyası adına oluşturduğu siyasî duruş ve söylem üzerinde de görmek mümkündür. Dolayısıyla Türkiye ve Brezilya’nın kendi bölgelerindeki kaderleri birbirine benzemektedir. Yukarıda özetlenen benzer tarihi tecrübelerden yararlanma adına Latin Amerika, İslam dünyasından, İslam dünyası ise Latin Amerika’dan faydalanmalı ve karşılıklı bilgi artışı ile ortak tecrübeler üzerinde Batı dışı alternatif bir dünya perspektifi geliştirmenin “tarihsel tecrübe” zemininde önemli işbirliği yapılabilmelidir.

Los Turcos ve İslam: İşbirliğinin Sosyal Temelleri

21. yüzyılı dünya tarihinde daha önce hiç görülmediği kadar sadece birbirinden son derece uzak olan kıtaların birbirleriyle iletişim ve etkileşimi artırdıkları bir küreselleşme süreci değil; aynı zamanda Batı dışı toplumların ortak tecrübelerden hareketle oluşturmak istedikleri alternatif dünya düzeni fikrinin farklı tecrübelerden yola çıkarak aynı potada harmanlandığı bir süreç olarak görmek gerekmektedir. Bu süreç, karsılaştırmalı analizlerin ve işbirliklerinin yapıldığı dönemde Latin Amerika ile ilişkilerin sosyal ve siyasî anlamda geliştirilmesi hem yeni ufuklar açacak hem de kendimize bir kez daha dışarıdan bakmamızı sağlayacaktır.

Latin Amerika Türkiye'de bilinmemesine rağmen aslında Türk pasaportunun en geçerli olduğu yerin Latin Amerika olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Latin Amerika’da sadece dört ülke Türkiye'ye vize uygulamakta ve diğer bütün ülkelere Türk vatandaşları 3 aya kadar vizesiz bir şekilde seyahat edebilmektedir. Türk vatandaşlarına vize uygulamaya devam eden ülkeler Panama, Meksika, Peru ve Küba’dır. Son dönemde gelişen diplomatik ilişkilerin daha da yoğunlaşması halinde bu ülkelerin de vize uygulamalarını kaldırması uzun zaman almayacaktır. Eğer bu durum gerçekleşirse, Türkiye’nin tam seyahat özgürlüğüne kavuştuğu kıta yıllardır girmek için çabaladığımız Avrupa değil çok uzaklardaki Latin Amerika olabilir.
Coğrafi olarak Latin Amerika diye tanımlanan bölge 34 ülkeden oluşmakta olup yaklaşık 570 milyon nüfusa sahiptir. Bu tanımlamada tüm Amerika kıtasındaki ülkeler dâhil edilmekte ve sadece Kanada ve Amerika Birleşik Devletleri hariç tutulmaktadır. Çok az tebliğ çalışması olmasına rağmen Latin Amerika bugün İslam’ın en çok ve en hızlı yayıldığı kıtadır. Bunun en önemli nedeni, özellikle gençler arasında hızla yaygınlaşan Katoliklik inancının zayıflaması ve gençlerin manevi doyum arayışlarıdır. Bunun en temel göstergesi olarak İslama geçen bayan ve erkeklerin yaş aralığının 17–27 arasında yoğunlaşmasıdır. Tüm nüfus dikkate alındığında kıtadaki Müslümanların sayı ve oranı doğal olarak son derece düşüktür. Örneğin, kıtanın 170 milyon ile en çok nüfusa sahip ülkesi Brezilya`da bile yaklaşık 1 milyon Müslüman’ın varlığı göz önüne alındığında, yapılabilecek bir genelleme ile Latin Amerika'daki Müslüman sayısının yaklaşık 5 milyon civarında olduğu tahmin edilebilir ki, bu kıta nüfusunun %1-2'sine denk gelmektedir. Buna rağmen verilen istatistiklerin gerçeği yansıtıp yansıtmadığı iki sebepten dolayı tartışmaya acıktır. Bunlardan birincisi, Müslümanlar hakkında güvenilir bir nüfus sayımın yapılmamış olmasıdır. İkinci ve daha önemli bir sebep ise Müslümanların sayısının özellikle İslam’a yeni girenlerin sayısının artmasıyla her geçen gün artmaya devam etmesidir. Latin Amerika'daki Müslümanların genel bir istatistiği yapıldığında bunların %50`sinin özellikle 1850–1860 sonrasında Latin Amerika’ya Osmanlı topraklarından göç eden kişilerin torunlarının olduğu, diğer %50'nin ise sonradan İslam’a girmiş Latinler olduğunu belirtmek gerekir.

Türkiye'de Latin Amerika ile ilgili ne araştırma yapan yeterli uzman ne de sağlıklı bir bilgi kaynağı ne yazı ki yoktur. Fakat asıl ilginç olanı Ortadoğu'da Latin Amerika ile ilgili tek ciddi akademik yayın İsrail merkezlidir. Latin Amerika’da yaşayan “turco”ları düşününce bizim o kıtayla ilişkilerimizin İsrail’den çok daha iyi olduğu gerçeği ortadayken halen içinde bulunduğumuz bilgi eksikliği uzun vadeli sürdürülemez bir stratejidir. Özellikle genç nesle İspanyolcayı öğrenme imkanları sunmak en azından yöneticilerimiz için önemli bir sorumluluktur. Bununla beraber “kültürel anlayış” olarak Türkiye toplumu olarak Latinlerin sıcakkanlılığı ve misafirperverliği bize son derece yakındır. Bu anlayış yakınlığını stratejik, siyasi ve ekonomik yakınlık ve işbirliğine çevirmek diğer kıtalarla karsılaştırınca Latin Amerika’da hem daha az enerji hem de külfet gerektirmektedir. Dolayısıyla Latin Amerika, üniversitelerimiz için olduğu kadar sayıları ve etkinlik alanları hızla artan düşünce kuruluşlarımız için de son derece bakir bir araştırma alanı olarak durmaktadır.

Son yıllarda 11 Eylül saldırıları sonrası uluslararası düzlemde oluşan söylemin etkileri az da olsa Latin Amerika’da kendisini hissettirmiştir. Özellikle İslam karşıtı grup ve medya organları, herhangi bir İslami kurumu ya da kişiyi ‘terörist’ olarak adlandırıp yargısız infaz yapabilmektedir. Bu durumu pekiştiren bir sebep ise özellikle Amerikan üslerinin ve etkinliğinin yoğunlaştırdığı kıtada, Amerika da bu tür gelişme ve oluşumlara engel olmak için son derece dikkatli ve titiz davranmaktadır. Bu eğilim yer yer suçsuz insanlara zarar vermekle de sonuçlanabilmektedir.

Türkiye ve Brezilya: Bölgenin Öncüleri

Yukarıda da belirtildiği gibi Türkiye ve Brezilya çok farklı coğrafyalarda olmalarına rağmen kendi bölgelerinde üstlendikleri siyasi roller açısından bazı temel noktalarda birbirine çok benzemektedir. Türkiye ve Brezilya öncülüğünde imzalanan Tahran Anlaşması ve ardından çıkartılan BM yaptırım kararı sonrası yapılan tartışmaların işaret ettiği en temel nokta, uluslararası sistemde orta ölçekli güçlerin artık dünya düzeninin oluşturulmasında kendi pozisyonlarını yeniden tanımlama süreci içine girdiklerinin en önemli göstergesidir. Bu ülkeler artık hem ABD ve batılı devletlerden daha bağımsız bir dış politika üretebilmekte, hem de kendi aldıkları kararın arkasında duracak kadara ekonomik ve iç siyasal istikrara sahiptirler.

Hem Türkiye'de hem de Brezilya’nın dış politikalarında daha fazla bağımsızlık isteyen ve daha geniş bir rol oynayan adımları hem Washington’un kendi dış politika stratejisini yeniden gözden geçirmeye zorlamakta hem de Soğuk Savaş düzeninde dış politika zihniyetinin tasfiyesini tamamlamaktır. Vurgulanması gereken bir diğer nokta ise, her iki ülkede de yeni siyasi güçler siyaset yapmaktadır. Eskiden hem Türkiye hem de Brezilya resmen demokratik ama pratikte iktidara nispeten küçük bir elit hükmederdi. Dış politika diplomatlar, seçkin fikir önderleri ve küçük bir askeri ve sivil seçkinler tarafından yapılırdı. Her iki ülkede de artık bu dengeler değişmektedir. Brezilya'nın Lula’sı uzun bir radikal ve kabul edilemez siyasi kişilik iken bugün Brezilyanın yeniden kurulmasına öncülük eden figür haline geldi. Onun iktidara gelişi Brezilya için fakir, az eğitimli ve çevrede kalmışlar için hem bir umut hem de onların siyasi sürece aktif müdahil olmasının önünü açtı. Türkiye'de, AK Parti'nin zaferi de bir nevi bir iç devrim olup 1920'lerden beri ülkeyi yönetmiş olan eski batı eğilimli, kozmopolit ve laik Kemalist kuruluş etkisinin yanında yeni sınıfların karar alma mekanizmalarına katılımını sağlamıştır.
Hem Türkiye hem de Brezilya şimdi daha demokratik olup küreselleşme yanlısı neo-liberal politikaları sayesinde ilke olarak Amerika’ya daha yakındırlar. Fakat hem bu devletler hem de Amerika yeni oluşmakta olan dünya siyasi ve ekonomik düzeninin yapısından tutun da İran gibi diğer birçok uluslararası sorunda farklı çözüm yollarını tercih etmektedirler. Bu durum bazı alanlarda Amerika ile ortak reelpolitik kesişme noktaları oluşturmakla birlikte, ulusal çıkarlar ve medeniyet merkezli eğilimler gösteren öncelikleri dolayısıyla Türkiye ve Brezilya birçok alanda farklı duruş sergilemektedir.

Gelecek ve İşbirliği Alanları

Hem Türkiye hem de Brezilya gerek BM Güvenlik Konseyinde gerekse G-20’de beraber çalışmaktadır. Bu kurumlardaki etkinlikleri onların hem ikili ilişkileri geliştirmek hem de küresel barışa katkıda bulunma arayışlarını yoğunlaştırdı. Brezilya Dünyanın 10. en büyük ekonomisi, iken Türkiye 17. en büyük ekonomidir. İlgili devlet şirketlerinin Karadeniz’de ortak petrol arama anlaşmaları, Türkiye’nin güney Latin Amerika bölgesel entegrasyon örgütü Mercasur ile imzaladığı serbest ticaret anlaşması; Türkiye ile Brezilya arasında yaklaşık 2 milyar dolar olan ticaretin daha da artmasının önünü açacaktır.

Fakat asıl işbirliği uluslararası düzen kurma çalışmalarına yönelik olarak atacakları ortak adımlar olmalıdır. Bu çerçevede mesela 2002 yılından beri özellikle ekonomik alanda Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika arasında faaliyet gösteren işbirliği örgütüne (IBSA Dialogue Forum) Türkiye'nin ilgi göstermesi ve gerekirse üye olması Türkiye'yi hem güney-güney işbirliği ağına sokacak hem de kendisi gibi farklı bölgelerde etki alanları olan çeşitli devletlerle kıtalararası işbirliğinin önünü açacaktır. Bu durum aynı zamanda Türkiye'nin Afrika, Asya ve Latin Amerika açılımlarına ikili ticari ilişkilerin dışında küresel ölçekli bir boyut katacak ve bu durum Türkiye'nin bu bölgelere yönelik ilişkilerini uluslararası kamuoyuna anlatması çok daha kolaylaşacaktır.

October 15, 2009

Güney Afrika’nın Uluslararası Politikadaki Yeri ve Güney Afrika Dış Politikası

(South Africa in Global Politics and South African Foreign Policy)

Mehmet ÖZKAN
Stratejik Öngörü (Journal Of Strategic Foresight), Sayı/Vol:14, 2009, pp.19-36.

Yaklaşık 43 milyon nüfusu ve dünyanın en gelişmiş yirmi ekonomisinden birisine sahip olan Güney Afrika Cumhuriyeti, günümüz Afrika siyasetinde olduğu kadar dünya siyasetinde de adından sıkça söz ettirmektedir. Sadece Afrikaya yönelik dış kaynaklı projelerde değil, aynı zamanda Afrika devletlerinin kendi sorunlarına kendilerinin çözüm bulması gerektiği fikri çerçevesinde Afrikadaki güvenlik, kıtlık, açlık, yoksulluk, AIDS, demokratikleşme ve bölgeselleşme konularında fikir, proje ve çözüm üretmeye çalışan Afrika merkezli yönelimlerin de merkezinde Güney Afrika Cumhuriyeti bulunmaktadır. Tarihi anlamda Afrika kıtası için gerçek bir köprü vazifesi görmüş olan Güney Afrika, günümüzde bu köprü rolünü ekonomik, siyasi ve sosyal anlamda hala sürdürmekte ve bu yöndeki rolünü her geçen gün arttırmaktadır. Bu makale ülkemizde adı son yıllarda sıkça duyulmaya başlanan fakat hakkında derli toplu bilgi ve yorum eksikliğinin hala hat safhada olduğu Güney Afrika Cumhuriyeti’nin dış politikası üzerine genel bir bakış ve değerlendirme amacı taşımaktadır. İlk bölümde tarihi gelişim açısından Apartheid dönemi dış politikası üzerinde durulacaktır ki bu dönem Güney Afrika’nın sonraki dönemlerdeki dış politika gelişiminde etkili olmuştur. İkinci bölümde genel olarak Güney Afrika dış politikasının temel eğilimleri ve bir dönemlendirmesi yapılacaktır. Üçüncü bölüm daha çok pratik örneklendirmelerle günümüz Güney Afrika dış politikasını mercek altına alacaktır. Bu bölümde Güney Afrika`nın Amerika ve Avrupa Birliği ile ilişkilerinin yanında son yıllarda sıkça konuşulan Güney-Güney diyaloğu çerçevesinde Güney Afrika`nın Hindistan ve Brezilya ile ilişkilerine kısaca değinilecektir. Türkiye`nin Güney Afrika ile ilişkilerini son yıllarda hızla geliştirdiği dikkate alınarak, Türkiye-Güney Afrika ilişkilerinin de tarihsel açıdan genel bir çerçevesi çizilecektir. Sonuç bölümünde ise genel bir değerlendirmeye yer verilecektir. (...)

Makalenin devami icin http://yayin.tasam.org/18-stratejik-ongoru-dergisi-sayi-14.html

Latin Amerika’ya Nasil bakilmali?

Geleneksel olarak Latin Amerika kıtası, Amerika’nın arka bahçesi gibi görülmekle birlikte Amerikan karşıtı hareketlerin en yaygın olduğu kıtadır da.

Mehmet OZKAN
Perspektif, Eylul-Ekim 2009

Latin Amerika dünya siyasetinde önemli bir yer işgal etmesine rağmen aslında diğer küçük kıtalarla karşılaştırılınca hak ettiğinden daha az üzerinde durulan, konuşulan ve yazılan bir kıtadır. Soğuk savaş döneminden kalan ve hâlâ kıtaya bakış açımızı
büyük ölçüde şekillendiren yaklaşım, Latin Amerika deyince sol hareketler ve anti-Amerikanizm aklımıza gelmesidir. Aslında bu bakış açısı, temelde doğru olsa bile,
kıtaya daha geniş perspektiften ve karşılaştırmalı bir bakış açısı getirmek, 21. yy.daki eğilimlerini tespit etmek ve Latin Amerika’yı soğuk savaş sonrası dünya sistemi içine yerleştirmek bir zorunluluktur. Bu yazımızda, sosyal ve siyasî dinamiklerden yola çıkarak Latin Amerika’ya nasıl bakılması gerektiği sorusuna, Amerika, İslam Dünyası ve kıtanın geleceği gibi noktalardan yaklaşarak cevap arayacağız.

Geleneksel olarak Latin Amerika kıtası, Amerika’nın arka bahçesi gibi görülmekle birlikte Amerikan karşıtı hareketlerin en yaygın olduğu kıtadır da. Muhtemel siyasî etkileri, diğer bölgelerdeki Amerikan karşıtlığından daha fazla olabileceği için Amerika, Latin Amerika’ya yönelik olarak soğuk savaş döneminden beri gerektiğinde askerî müdahale ve darbelere destek vermek dahil, kıtanın kontrolünden çıkmaması için her türlü siyasî yolu izlemiştir. Eski Sovyetler Birliği, özellikle sol eğilimli örgütler ve Küba gibi devletler örneğinde olduğu gibi, kendisine ciddî bir kazanım elde ettiyse de, bu durum hiçbir zaman Amerika'nın kıtadaki hayatî çıkarlarını tehdit edecek boyuta ulaşmamış olup etkisi sınırlı kalmıştır.

Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte Latin Amerika kıtası fikrî ve siyasî yapı anlamında ciddî değişikliklere uğramıştır. Bu değişiklik, kendisini üç temel formda göstermiş olup şu an kıtanın geleceği anlamında bu üç siyaset tarzı derin bir yarış içindedir. Bu eğilimler, temel olarak Amerikan eğilimli (Kolombiya ve Şili gibi), Amerikan karşıtı ve sol meyilli (Venezuela, Ekvator ve Bolivya gibi) ve son olarak da aslında kökleri sol eğilime dayanan fakat kendilerini ortanın solu olarak ifade eden ve kendi çıkarları ile neo-liberal politikalar arasında bir denge arayışında olan siyasî eğilimdir. Bu eğilim daha çok kendisini Lula’nın devlet başkanı olmasından bu yana Brezilya üzerinden göstermiş ve şu an itibariyle hem siyasî demokratikleşme, hem de ekonomik refah anlamında kıtada örnek gösterilmektedir. 21. yy’da Latin Amerika’nın geleceği bu üç siyasî projenin hangisinin daha başarılı olup kıtada yayılacağı ile ilgili bir ‘fikrisel’ mücadeledir. Latin Amerika aynı Orta Doğu gibi, etkilerinin son derece fazla olduğu ve herhangi bir pozitif ya da negatif gelişmenin hemen yayıldığı bir kıtadır. Ortak dil olarak İspanyolcanın kullanılmasının yanı sıra, Brezilya haricindeki diğer bütün devletlerin aynı devlet tarafından sömürgeleştirilmesi (İspanya), sömürgeciliğin kıtada bıraktığı siyasî kültür ve kurumlarda ciddî benzerlikler oluşmasına yol açmıştır. İşte bu yüzden, her ne kadar her ülke farklı sorunlara sahip olsa da, Latin Amerika’da bir ülkenin geleceğinden çok, tüm kıtanın geleceği üzerine konuşmak hem kıtayı daha iyi anlamayı sağlayacak hem de daha anlamlı olacaktır.

İslam dünyası açısından herşeyden önce vurgulanması gereken nokta Latin Amerika kıtası ile “sosyal” bağların bilindiği ve düşünüldüğünden çok daha fazla olduğudur. Osmanlı Devletinin son döneminde oraya göç eden Osmanlı tebasının kıtadaki etkisi ve etkinliği o kadar önemlidir ki bugün Latin Amerika’da “turco” denilen yeni bir toplumsal katman oluşmuştur. Bunlar kıtada sadece İslam’ı tanıtmakla kalmamış, aynı zamanda “Türk stili” denilen ve ticarette hayli başarılı ve toplumda saygınlığı olan yeni bir nesil oluşturmuşlardır. Kısmen bunların etkisiyle Latin Amerika’da Müslüman nüfusun az olduğu bölgeler ve kıtalara kıyasla İslam karşıtı duygu ve düşünce son derece azdır. Sosyal anlamda var olan bu yakınlığa rağmen siyasî ve ekonomik ilişkiler son derece zayıftır. Bunda, kıtayla olan siyasî ve ekonomik ilişkilerin tarihten gelen zayıflığının yanında, kıtaya yönelik olarak bir bakış açımızın olmamasından kaynaklanmaktadır.

Yukarıda belirtilen sosyal etkenlerin yani sıra Latin Amerika, Ortadoğu ve İslam dünyası ile uluslararası siyasetteki yeri itibariyle aslında benzer bir kaderi paylaşmaktadır. Her iki taraftaki sömürgecilik sonrası bağımsızlık hareketleri, fikirsel olarak 19. yy ile 20. yy’ın başlarında olgunlaşmış, siyasî olarak ise kendisini ve etkinliğini İkinci Dünya Savası sonrasında göstermiştir. Soğuk Savaş döneminde her iki bölgede de bir Amerikan/Batı karşıtlığı en üst düzeydedir. Fakat ideolojik duruşları iki farklı ideoloji olarak kendisini göstermiştir. Latin Amerika’da sol hareketler, İslam dünyasında ise İslamî hareketler, Batı karşıtı alternatif siyasî duruşların temsilcisi ve sözcüsü olmuştur. Soğuk Savasın bitmesi sonucunda ise 1990’lardan bugüne gelinceye kadar Latin Amerika’da bir çok sol parti/grup iktidara gelmiş olup bunlardan Venezuela gibi ilk iktidara gelenler anti Amerikancı söylem üzerine ve 80’lerin anlayışı üzerine kurdukları sert ve radikal bir siyasî tavır takınmış ve takınmaktadırlar. Aynı şekilde İslam dünyasında iktidara gelen ilk İslamî siyasî partiler duruş itibariyle “radikal” olarak değerlendirilmiş ve uluslararası sistemden dışlanmıştır.

2000 yılı sonrasında hem Latin Amerika’da hem de İslam dünyasında yeni bir siyasî rüzgar esmektedir. Latin Amerika’da Brezilya Devlet Başkanı Lula’nin önderlik ettiği ve kendi iç dinamiklerinden ayrılmadan fakat aynı zamanda Batı’yla da sürekli çatışma içinde olmayan yeni bir siyasî alternatif proje yürürlükte olup başarılı bir grafik çizmektedir. “Ortanın solu” denilebilecek bu siyasî duruş, bugün itibariyle Latin Amerika’da en başarılı ekonomik ve siyasî proje olup diğer bir çok devlet tarafından çeşitli vesilelerle taklit edilmekte ve örnek alınmaktadır. Aynı şeyleri, “ortanın sağı” kavramı üzerinden Türkiyenin Ak-Parti ile birlikte İslam dünyası adına oluşturduğu siyasî duruş ve söylem üzerinde de görmek mümkündür. Dolayısıyla Türkiye ve Brezilya’nin kendi bölgelerindeki kaderleri birbirine benzemektedir. Yukarıda özetlenen benzer tarihi tecrübelerden yararlanma adına Latin Amerika, İslam dünyasından, İslam dünyası ise Latin Amerika’dan faydalanmalı ve karşılıklı bilgi artısı ile ortak tecrübeler üzerinde Batı dışı alternatif bir dünya kurmanın “tarihsel tecrübe” zemininde önemli işbirliği yapılabilmelidir.

21. yy dünya tarihinde hiç görülmediği kadar sadece birbirinden son derece uzak olan kıtaların birbirleriyle iletişim ve etkileşimi artırdıkları bir küreselleşme süreci değil, aynı zamanda Batı dışı toplumların ortak tecrübelerden hareketle oluşturmak istedikleri alternatif dünya düzeni fikrinin son derece farklı tecrübelerden yola çıkarak aynı potada harmanlandığı bir surece işaret etmektedir. Bu süreç, karsılaştırmalı analizlerin ve işbirliklerinin yapıldığı dönemde Latin Amerika ile ilişkilerin sosyal ve siyasî anlamda geliştirilmesi hem yeni ufuklar açacak hem de kendimize bir kez daha dışarıdan bakmamızı sağlayacaktır.

Sevilla Universitesi (Ispanya) Doktora Ogrencisi

August 27, 2009

Doğu Türkistan için yeni dil şart

MEHMET ÖZKAN
Yeni Safak, 22 Temmuz 2009
http://yenisafak.com.tr/Yorum/?t=22.07.2009&i=200160

Doğu Türkistan üzerine yeni bir söylem üretmenin zamanıdır. İslam dunyasının Doğu Türkistan üzerine ciddi bir söylemi hiç olmadı. 'Çin zulmü' gibi tanımlamlar ve söylemler aslında sorunun çözümünün önündeki en büyük engeldi.

Son günlerde yaşanan Şincan olaylarının da açıkça gösterdiği gibi Doğu Türkistan sorununu anlamak herseyden önce Çin'i ve Çin stratejisini anlamaktan geciyor. Ancak şu bir gerçek ki ne Türkiye'de ne de İslam dünyasında gerçek anlamda Çin'i anlayan fazla kişi ve kurum yok. Bunun sonucu olarak Doğu Türkistan üzerine yapılan yorum ve degerlendirmelerin işin özüne dokunmadıklarını kabul etmek gerek. Şunu da eklemek lazım ki aynı ilgisizlik Batı'da da var. Var olan, gerçekçi bir siyasete dönüştürülemeyen duygusal bir Doğu Türkistan ilgisidir. Gerçekçi bir Doğu Turkistan stratejisi için soruna en az üç temel noktadan yaklaşmak ve son gelişmeleri bu çercevede değerlendirmek gerekmektedir.

ŞİNCAN'DAN ALINACAK ÜÇ DERS

Şincan şehrinde yasanan katliamın bize öğrettigi birinci nokta, Çin'in önceki yıllarda yaşanan Tibet tecrübesinden son derece önemli dersler çıkardığı ve tamamıyla farklı bir siyaset izlediğidir. Tibet olayları sırasında bölgeye hiçbir gazetecinin girişine izin vermeyen Çin yönetimi, Doğu Türkistan'daki olayları görmek isteyen gazetecileri bölgeye götürmekle kalmamış, olayların yaşandığı yerleri bizzat gezdirmiştir. Bununla beraber, gazetecilerin haber yapmak üzere bölgedeki istedikleri gibi hareket etmelerine izin vermiştir. Bu, Çin tarihinde bir ilk olarak görülmelidir. Ama Çin'in neden böyle bir strateji izlediği sorusu hâlâ yanıt bulmuş değildir. En mantıklı görünen açıklama, Çin'in Tibet tecrübesinden sonra temel olarak sahip oldugu üç ana soruna (Tayvan, Tibet ve Doğu Türkistan) yönelik olarak yeni bir söylem oluşturma niyetidir.

Doğu Türkistan örneğinde bu söylem, yaşanan son çatışmları iki ırk arasındaki basit iç çatışmalar olarak gösterip, Uygurların bağımsızlık söylemlerini yok etmeyi amaçlamaktadır. Bölgenin dış basına kapatılıp izole edilmesi tarih boyunca Çin'e zaman kazandırdıysa da aslında sorunun özüne yönelik hiçbir çözüm getirmemiştir. Çin yönetimi bu durumun farkına varmış gözükmektedir. Çin zihniyeti ve stratejisi açısından bu durum, kendi sorunlarına yönelik olarak insiyatif almaya başladığının bir işareti olarak görülebilir.

DOĞU TÜRKİSTAN'A GİTME VAKTİ

İkinci olarak belirtilmesi gereken nokta, Çin ilk defa bir iç sorununa dış müdahale yani basının müdahil olmasına izin vermesi; en basitiyle Çin'in uluslararası alana açılmasının doğal bir sonucu olarak gelişmekte olan sistemdeki gevşekliği göstermektedir. Bu durum özellikle İslam dünyasında yaygınlık kazanmış Doğu Türkistan'da iş yapılmaz çünkü, Çin diktatörlüğü cezalandırır fikrini yıkmalıdır. İslam dünyasının asıl Doğu Türkistan testi yeni başlamaktadır. Tam da pandoranın kutusunun açıldığı şu dönemde, sivil toplum örgütleriyle, gazeticeleriyle, işadamlarıyla ve uluslararası kamuoyu oluşturma kanallarıyla yeni bir Doğu Türkistan stratejisi geliştirmek gerekmektedir. Türkiye'nin yaşanan olayları Birleşmiş Milletler ve İslam Konferansı Örgütü üzerinden uluslararası alana taşıma niyeti ve çabası bu noktada önemli bir adım olarak görülmelidir.

YENİ BİR DİLİN ZORUNLULUĞU

Üçüncü olarak vurgulanması gereken nokta yeni bir strateji için yeni bir söylemin aciliyetidir. Şunu belirtmek gerekir ki, İslam dünyasının Doğu Türkistan üzerine ciddi bir söylemi hiç olmadı. 'Çin zulmü' olarak basitçe ifade edilen ve olayı etraflıca araştırma ve değerlendirmek yerine ucuz söylemler üzerinde oluşturulan duygusal söylemle aslında sorunun çözümünün önündeki en büyük engeldi. Yıllardır Avrupa ve Türkiye'deki Doğu Türkistan diasporasının da bu tür söylemlerden nemalanarak olaya hiçbir zaman gerçekçi yaklaşmadığı burada özellikle vurgulanmalıdır.

Bu konuda atılması gereken en önemli nokta bizlerle Doğu Türkistan sorunu arasında Uygur diasporası aracılığıyla oluşturulmuş olan suni bağı yıkarak, sorun ile doğrudan ilişkiye girmek gerekliliğidir. Aynı durum Çin için de geçerlidir. Bunun doğal bir sonucu olarak belki de Doğu Türkistan diasporasının oluşturamadığı söylemin oluşturulmasının önü açılabilir.

Sonuç olarak Doğu Türkistanda yaşayan Müslümanların yıllardır çektiği sıkıntıya bir son vermek için son yaşanan acı gelişmeleri bir fırsat olarak değerlendirmek ve konunun uluslararası gündeme geldiği şu dönemi iyi değerlendirip, çözüm için kalıcı adımlar atmak gerekmektedir.

* Sevilla Üniversitesi (İspanya) Doktora Öğrencisi

August 17, 2009

South Africa, Tsotsi and Oscar: A Long Term Perspective

Mehmet OZKAN
Sevilla University, Spain

The 2006 the Best Foreign Language Film Oscar Academy Award went to South Africa, and Africa at large. Based on a novel, Tsotsi is story of a township gangster in South Africa. At large, the award was not a surprise for South Africans, because last year (2005) a South African movie, Yesterday, was also being nominated for Oscar, however was unsuccessful.

Africa at large and South Africa in particular have been suffering a rate of violence crime that has been increasing, not least last five years. Put simply, this ranges from hijacking cars, breaking houses and robbery. Government is trying to prevent crime but its efforts are, in best term, worthless. Police forces enjoy no legitimacy in the eyes of public. Society does not trust them, but as they do private security companies. It is normal to see everyday a security company existing. If not solved, with a worsening and complicating situation, South Africa is heading toward a cul-de-sac.

South African society has inherited a complex social (in)security from apartheid era. Until a decade ago, society was defined in accordance with people’s race. The role of people in society was defined on the base of, not what they could achieve or could not, but what their ‘skin’ colour was. Apartheid era, which represents a period of huge human rights abuses, left an undeniable imprint on South African society, whites and blacks alike.

South Africa has deep problems. Rape and crime is the never-changing headlines of the newspapers and prime-time TV news. Society read and listen crime stories everyday; children grow by listening hijack stories of their 'brothers'; and people afraid of walking on the street because of crime; all of which do not exaggerate the main problem of South Africa, but tell the truth honestly.

Against this background, Tsotsi represents the real face of South Africa. It is the very normal story for an ordinary South African. To some, even this movie do not show the worse.

Politicians and society leaders together with the public have enthuasticaly welcomed Tsotsi’s bringing Oscar to South Africa without questioning, let alone doubting, it. Newspapers and TV commentators emphasised the role that Tsotsi could play globally: to advertise the country. However, one point is always missed. The movie, yes, advertises the country but in a bad way. If anyone sees this movie will re-think to come to South Africa for tourism purposes, where tourism is one of the fastest growing sectors and South African government pay too much attention to develop it. People must remember the influence of the Midnight Express, a movie that portrays Turkey in a very negative way. Although the movie was made in 1978, it is very interesting to see that people, mostly those who have never been to Turkey, still ask about this movie today. Even in South Africa I came across personally that people know Turkey the way it is shown in the Midnight Express. In that regard, Tsotsi’s long-term influence would be negative on South Africa. In general, Africa as a continent has been already equated with negative perceptions (AIDS, poverty, malaria etc.) for global society and ordinary people in the East and East alike; and after Tsotsi’s wide-screening globally, it would just contribute (or even support) to this existing negative image of Africa at large and South Africa in particular, I am afraid. Especially in the ahead of World Cup 2010 which will be hosted by South Africa, one needs to ask how many people might change their minds to come South Africa. In Tsotsi, there are some scenes that are really threatening. At the beginning of the movie, the scene where Tsotsi and his friends kill a man in a train is really perplexing. To add salt to the injury, the indifference of people in the train is worse. If we take into account the fact that during the World Cup, most of the visitors would be relying on train for transportation, this movie is unlikely to contribute positively on South African tourism.

The other interesting (perhaps contradicting) point is that South Africa itself has trying to create a positive image of Africa for last a couple of years, through the NEPAD project, re-awakening of the African Union (AU), and G-8 meetings. In today's world, no one can underestimate the influence of media on the people's perception, positively or negatively. It would be interesting, I guess, to wait and see the clash between a self-made Midnight Express of South Africa (Tsotsi) and a self-picked up role to depict Africa positively in South African foreign policy discourse.astly but not least, winning Oscar is good and attractive, but in the long run the movies that portrays any country negatively might be an obstacle rather than part of solution, as Turkey experienced by the Midnight Express for more than two decades.
http://afrikacilim.blogspot.com/2006_10_01_archive.html

South Africa Today: State Order Versus Social Instability

Mehmet OZKAN
Sevilla University, Spain

When Nelson Mandela walked out as a freeman on 11 February 1990 after serving 27 years in prison, most of the people were in the sense of expectation that a civil war would broke out. It did not happen, but until 1994 when real political power transformation took place from white minority to black majority, the small versions of such clashes did happen. So-called civil war, by contrast to expectations, mostly took place among blacks, namely historically Zulus’ party Inkatha Freedom Party (IFP) and African National Congress (ANC), not between whites and blacks. The period of transformation – 1990/1994- witnessed not only contradictions and rumours, but also miracles. Contradictions was the fight among blacks, the rumours were the support of white minority group to IFP to trigger the peaceful transformation. The miracle was of course the leadership that has been shown by Mandela and other ANC leaders. Today’s South Africa is still facing the dilemma of miracle, rumours and contradiction. The only difference is the players.

The term ‘apartheid’ in political literature means more than ‘separation’. Thanks to South African history, apartheid entered the political philosophy as a political system like democracy, totalitarism or fascism. After apartheid ended in 1994, last 12 years of transformation in South Africa had brought little in economic conditions of poor, and service delivery to townships. Government with all his good intention are still lacking behind the expectation. As is well-known, political transformations does not mean automatically economic and psychological transformation. Political power is important but a slippery one. It initiates projects but none can guarantee that it will see the end. After 12 years, South Africa has been figuring out its place in global politics, role in Africa and possible contribution to. South African society psychologically due to historical legacy is quite disoriented. Racism (positively or negatively) is still the most single defining factor in many ways. Different groups (Indians, blacks, whites, coloureds, etc) do still live in their own ghettoes that was created during apartheid era. Social barriers are still quite strong. Cross-racial marriage or interactions are still limited to working environment.

Corruption, HIV/AIDS pandemic and unemployment could be defined as main problems that South Africa is dealing with today. Unemployment rate ranges between %26 and %40 depending on which statistic you choose to rely. The number of people who live with HIV/AIDS is officially five million, unofficially ten million out of 43 million total populations. With this number, South Africa has the biggest AIDS population in Africa, globally only competing with India. Corruption is like a political tradition in African politics. Especially after independence, African countries have raced in two things: getting aid from global donors and corrupting it. This was especially the case for first generation leaders who took their countries to independence. The second-generation leaders seem more careful in using public money and serving the society. Though such leaders are small in number, they are more influential in international and local political context. Old generation leaders and ‘those old in heart and mind’ have thought that politics is a business, and being politician is seemed as merely an employment for that matter.

The corruption-HIV/AIDS context, South Africa has had its most high-profiled judgment recently. President Thabo Mbeki fired Former Deputy President Jacob Zuma in 2005, because the latter having found a ‘generally corrupt relations’ with his ex-financial adviser by the Durban High Court. While this high profile corruption case is waiting to take its course in June-July, the nation has shocked by another incident that linked to the same person, Jacob Zuma. An old friend’s daughter who has HIV issued a rape case against Zuma. Even though the court concluded that Zuma is found ‘not guilty’ on 9 May 2006, during the court proceedings the largely white-dominated media has cartoonized a high-profiled Zuma basing their arguments on rape and HIV.

Psychological and mental imprint of apartheid history on South African society are quite vivid. As is the case in all colonial societies, South Africa’s psychological and mental liberation are still on the way. Far from having new, indigenous and local intellectuals, the society is battling to find solutions for deep-seated problems. Although, there is an increasing group of intelligentsia who are ready to re-define South Africa from many perspectives, the number of them and most importantly the influential ones are few. This nascent group is different from those who become influential after the independence in colonial countries in Africa. The group are, to a large extent, more preoccupied with Africa than South Africa. They deeply believe in African Renaissance- the rhetoric that has been favoured by Thabo Mbeki of South Africa. In that field of transformation, there can bee seen huge hope for future, which might re-define Africa’s role in global politics in coming years in general.

While South Africa consolidated internal politics during Mandela presidency (1994-1999), after Mbeki elected it developed and implemented more rational and long-term oriented policies internally and externally. Internally government engaged a huge redistribution of wealth process between historically advantaged whites and historically disadvantaged blacks. Black Economic Empowerment and Affirmative Action have been the pioneering plans in this regard. It is not necessary to go into details but it is fair to say that there is many controversies related to these a plans. Highly respected people in the society such as Desmond Tutu, who won also Nobel Peace Prize, are very critical and saying it serves only a small group of people rather than entire society. South African president Thabo Mbeki’s brother Moeletsi Mbeki has become more critical by saying South African state is ‘a distributing state rather than productive one’.

Overall South African society and government have been dealing with to transform society. ‘Transition’ took place in 1994, but ‘transformation’ is still taking time, it seems it will take more. Economical, mental and social injustices are the words to define South African society. On the one hand, there is a strong government with a strong economy, on the other, a weak society and social economy in terms of social conditions prevails. One is a timely-bomb; the other is the engine of Africa. The imbalances between state and society is something to watch carefully in South Africa, because unless a balance is created, South Africa will be living on the verge of crisis and social disorder.

http://afrikacilim.blogspot.com/2006_10_01_archive.html