For my academic writings, please consult:
http://works.bepress.com/mehmetozkan/

March 19, 2008

A NEW APPROACH TO GLOBAL SECURITY: PIVOTAL MIDDLE POWERS AND GLOBAL POLITICS

Mehmet OZKAN
Published in Perceptions: Journal of International Affairs, Volume XI, Spring 2006, pp. 77-95.

Summary:
Unlike the Cold War period, in the post-Cold War era, there has been an inclination toward having an independent and active foreign policy from the regional power centres. By introducing a new power category in international politics, the pivotal middle power, this study argues that pivotal middle powers can play critical roles in establishing a new global world order, if they can act together in global politics focusing on case-tocase approach, in other words, niche diplomacy. Recently, the New Agenda Coalition (NAC) and India-Brazil-South Africa Dialogue Forum (IBSA)
have been the two examples of the niche approach from pivotal middle powers. The new activism of pivotal middle powers in post-Cold War global politics can be located in globalization and global world order context and in future, if successful, such initiatives could pave the way a new understanding of global politics especially with regard to economic and security issues.
Keywords:
World order, global security, pivotal middle powers, North-South relations, developing countries.
For full article:

REGIONAL SECURITY AND GLOBAL WORLD ORDER: THE CASE OF SOUTH AFRICA IN AFRICA

Mehmet OZKAN
Published in Research Journal of International Studies, Issue 5, May 2006, pp.79-99.

INTRODUCTION

When the Cold War ended, starting with ‘the end of history’ and ‘the clash of civilizations’ theories, many discussions took place within academic and political circles about the prediction on how the future world order would look like. Although the global world order is something that everybody understands and uses in a different context, after 9/11 presumably there is a consensus about how to reach global world order: to make the world secure. Historically, societies experienced a global world order after each war, such as World War I and II. In a similar vain, in the past sometimes waging a war was regarded as the way to create a new order, after all the options resorted. However, after the 9/11 reaching a world order through war became less supported if at all. This could be seen as an ideological change, and one can attribute such a change to the proliferation of nuclear weapons, huge human disastrously results of any kind of war whether it is big in scale or small, and increasing terrorism that has been more visible in a global form after 9/11.

Bearing all in mind, this paper does not intend to analyse the current world structure, however it aims to investigate the connections between regional security and global world order by emphasising on the role of pivotal middle powers. It is important to note that any global order or disorder primarily affects the regions; nevertheless regional conflicts do not necessary have an
impact as strong as the global ones. In the beginning a new definition of power category in global politics, pivotal middle power, was followed by the section that deals with the role of South Africa in peacemaking and peacekeeping in Africa. Bringing South Africa to the spotlight, this paper will conclude with some comments on how such middle power can play key role in making a new world order, if only they could act together.
For full article see:

TURKISH ACTIVISM IN THE MIDDLE EAST AFTER THE 1990s: TOWARDS A PERIODIZATION OF THREE WAVES

Mehmet OZKAN
Published in Turkish Review of Middle East Studies 17, 2006, pp.157-185.

INTRODUCTION

The end of the Cold War led to fundamental changes in Turkey’s foreign policy in general. Ankara began to exert influence in Central Asia, the Black Sea region, the Caucasus, the Middle East and the Balkans. This was a major shift from Ankara’s previous policies of non-involvement. Contrary to the Cold War period, during which Turkey’s foreign and security policy was relatively circumscribed because of its role in the containment of the Soviet power, in the post-Cold War era, Turkey has experienced a sweeping enlargement of its external horizons. After the
Cold War, Turkey began to pay particular attention to regional cooperative security and multilateralism in foreign affairs.2 In this regard, Turkey initiated the establishment of Black Sea Economic Cooperation, and began to expand its political and economic ties with the newly established Turkic republics.

Although Turkey’s western orientation remained its first foreign policy priority objective, the end of the Cold War opened new opportunities to Turkey in further fields, and its relations with the countries in Balkans, Middle East and Caucasus developed. But policymakers in Ankara argued that the relations with these countries would not supersede Turkey’s relations with the West. An important shift occurred in Turkish foreign policy towards the Middle East in this period. During the Cold War years, Turkey generally preferred non-intervention in Middle Eastern affairs, but this policy changed dramatically when Turkey assumed a central role in the Gulf War. The Gulf War, coupled with the collapse of, the Soviet Union, brought key changes in Turkey’s understanding of the Middle East. Turkey started to be more assertive than before in dealing with the region.

However, the last decade of Turkey’s active involvement in Middle East has been contradictory, if not sometimes confusing. While Turkey supported the Coalition powers in the Gulf crisis, during the Iraqi War Turkey was one of the countries that had tried to stop the war. Turkey’s unexpectedly fast-growing close relations with the Israel at the end of the 1990s, however, seems to had been ignored after 2002, given the fact that Prime Minister Recep Tayyip Erdogan did not visit Israel until May 2005, and did not give the Israeli Foreign Minister an appointment when he visited Turkey. More to the point, although Turkey openly threatened to go to war with Syria in 1998, Syrian President Bashar Asad visited Turkey in 2004, the first of its kind in 65 years and Turkish President Ahmet Necdet Sezer reciprocated this visit in April 2005.

How can we explain all these confusing or contradictory approaches of Turkey to the Middle East? Or does Turkey indeed have a coherent Middle East policy? Or does Turkey act according to circumstances that occur from time to time?
For the full article :

KÜRESEL AÇIDAN KOSOVA`NIN BAĞIMSIZLIĞI:YENİ BİR DÖNEME DOGRU

Mehmet OZKAN
(INDEPENDENCE OF KOSOVO FROM GLOBAL PERSPECTIVE: TOWARD A NEW ERA)

Soğuk savaşın sona ermeye başlamasıyla başlayan Balkanlardaki tarihi hesaplaşma süreci bugün hala bitmiş değildir. Kosovanın 17 Şubat 2008 de bağımsızlığını ilan etmesi bu tarihi geçmişle yüzleşip sorunlara gerçekçi bir çözüm bulma sürecindeki son halkayı temsil eder. Balkanlar sadece tarihsel olarak çarpık çözümlerin sergilendigi bir bölge degildir aynı zamanda küresel güçlerin doğu-batı ve kuzey-güney geçişgenliklerinde merkezi bir konumu teşkil eder. Bu durum birinci dünya savaşının başlaması ve Sovyetlerin çökmesi örneklerinde görüldüğü gibi kadar orada yaşanan olayların dünya siyasetinde hep bir değişikliğin/dönüşümün önünü açmasıyla sonuçlanmıştır. Bu çerçevede Kosova`nın bağımsızlığını batılı devletlerın desteğiyle ilan etmesini bir kaç noktada ele almak gerekmektedir. Bu yazıda Kosova sorunu üç aşamalı olarak ele alınacaktır: Balkanlar, Avrupa ve küresel uluslararası sistem.

Balkanların gerçek tarihinin son onbeş yıldır yazıldığını söylemek herhalde pek gerçekdışı olmayacaktır. Balkanlar hem sahip olduğu çoklu etnik ve dini yapı dolayısıyla hem de tarih boyunca bir etkileşim merkezi olması sebebiyle özel bir konuma sahiptir. Balkanlarda Miloseviç önderliğinde Sırp milliyetçilerinin başlattığı ve temelde Balkanları bir etkileşim merkezinden çıkarıp hegomonik bir düzene dönüştürme projesi doksanlı yıllarda Bosna ve Kosova savaşları örnekleri dikkate alındığında pek de başarılı olmamıştır. Hala bir yerel hegemonya tehlikesinin bulundugu bir durum olan günümüzde kendisini zayıf hisseden her aktör, Bosnalılar ya da Kosovalılar, kendi özgün kimliklerini korumanın ancak bağımsız bir devlet kurmaktan geçtiğini yıllar önce anlamışlardı. İşte bu çerçevede Kosova`nın bağımsızlığı doksanlarda yarım bırakılan ve sorunları çözmekten ziyade donduran bir bakış açısının değiştiğini ve sorunlarla doğrudan ilgilenmeye başlanıldığının en temel göstergesidir. Kosova zaten 1999 sonrasında ekonomik ve güvenlik açıdan NATO ve Avrupa Birliği`nin desteğiyle ayakta duruyordu. Kosovalıların geçici Birleşmiş Milletler barış gücü pasaportu taşımaları bile Kosovalılar için Sırpların egemenliği altında yaşamanın artık mümkün olmadığının en temel kanıtıydı. Sırbistan ile yıllardir kağıt üzerinde belirtilen yasal bağımlılık dışında hiçbir gerçek bağlantısı olmayan Kosovalıların bağımsızlığını ilan etmesine Sırplarin bu kadar aşırı tepki vermeleri aslında 1999 yılında NATO`nun Belgrad`ı bombalamasına verilen gecikmiş bir cevaptan baska birşey değil. Bu çerçevede Amerika basta olmak üzere özellikle batılı elçiliklere zarar verilmesi 1999`de oluşan tepkinin başka bir yön üzerinden kendini ifadesidir. Balkanlar açısından Kosova`nın bağımsızlığı çözüm bekleyen bir sorunu daha çözmek ve barış için bir tuğla daha koymayı ifade eder. Aynı şekilde Sırpların diğer yaşanması gereken muhtemel bağımsızlıklar için nasıl ve ne şekilde bir tepki verebileceğinin de bir testinden ibaret.

Avrupa açısından Kosova`nın bağımsızlığı ve özellikle de bir çok AB ülkesinin Kosovayı hemen tanıması 1990`ların aksine Avrupalıların daha uzun vadeli ve stratejik düsündüklerinin de bir göstergesi. Balkanların bir geçiş bölgesi olduğu daha önce vurgulanmıştı. Balkanlardaki sorunların çözümü hem Avrupanın güvenlik sorunlarına bir nebze olsun çözüm getirecek hem de enerji güvenliğini saglayacaktır. Bugün üzerinde konuşulan bütün enerji hatları bir şekilde Balkanlardan geçmek zorundadır. Hergeçen gün enerjide Rusya`ya bağımlı olmaktan şikayet eden Avrupa için en sağlıklı yol enerji hatlarının çeşitlendirilmesidir. Bunun sağlanabilmesi için de Balkanların güvenli ve temel sorunlarından bir nebze de olsa arındırılmış olması bir ön şarttır. Bu açıdan bakıldığında Kosova`nın bağımsızlığını ilan ettiği dönemde Yunanistan ile Makedonya Cumhuriyetinin aralarındaki isim anlaşmazlığını çözmek için yoğun görüşmeler yapıyor olması, Balkanlardaki sorunlarla Avrupanın yüzleşmeye başladığının ve sorunların çözülmesine destek çıktığının göstergesidir. Kosova`nın bağımsızlığı hiç şüphesiz iki devletin desteği olmadan mümkün olamazdı. Bunlardan birisi küresel güç olan Amerika, diğeri ise Avrupanın lideri ve taşıyıcısı rolünü son yıllarda hızla kazanan Almanya. Tarihsel olarak Doğu Avrupa ve Balkanlar hep Almanyanın arka bahçesi olagelmiştir. 1990’larda Avrupanın Bosna ve Kosova savaşlarına sessiz kalmasının sebebi de aslında Almanyanın kendi iç bütünleşme sorunlarıyla uğraştığından konuyla ilgilenememesinin bir sonucuydu. Bugün Almanya hem birleşme sorununu halletmiş hem de ekonomik ve siyasi açıdan AB`nin lideri olduğunu kabul ettirmiştir. Kosova örneğinden başlayarak Avrupanın Balkanlardaki sorunlara kalıcı çözümler bulmaya başlaması Almanyanın yeniden liderlik konumuna gelmesiyle doğrudan bağlantılı olup, Berlin yeni oluşmaya başlayan dünya düzeninde kendi tarihi arka bahçesini sağlama alma niyetindedir.

Küresel sistem açısından Balkanlardaki olayların her zaman kilit bir rol oynadığı yukarıda vurgulanmıştı. Bu durum hem küresel düzen hem de küresel aktörler için geçerlidir. Küresel düzen açısından Balkanlar ve Doğu Avrupadaki devletlerin ya AB üyesi yapılarak ya da kalıcı çözümlere yönlendirilerek desteklenmesi küresel sistemin temel fay hatlarından birisini bitirmeye yöneliktir. Bugün için dünyada bir çok fay hattı bulunmaktadır. Irak ve Filistin örnekleri son yıllarda hep gündemimizi işgal etse de asıl fay hatları Balkanlar, Orta Asya, Uzak Doğu ve Orta Afrika olmak üzere bir çok yerde her an çatışmayla ya da tehditlerle sonuçlanabilir. Küresel aktörler sorunlu olan ve kendileri için birinci derecede tehdit oluşturan bölgelerdeki sorunlarla birinci dereceden ilgilenirler. Kosova`nın bağımsızlığı yukarıda izah edildiği gibi hem enerji güvenliği hem de Balkanların Avrupaya yakınlığı dolayısıyla Batılı devletlerce desteklenmiş ve tanınmıştır. Kosova`nın bağımsızlığından iki grup devlet rahatsızdır. Birincisi İspanya, Çin ve Romanya gibi kendi içerisinde muhtemelen bağımsızlık talep edecek bir azınlığı barındıran devletlerdir. Bunlar Kosova örneginin bir uluslararası standart oluşturmasından ve yeni bir sınır çizme sürecinin başlamasından çekinmektedirler. İkinci grup devletler ise daha çok olaya küresel bakan ve Balkanlarda Avrupa ve Amerikanın etkisinin artmasını istemeyenlerdir. Rusya için yukarıda sayılan iki kategori de geçerli gözükebilir fakat Rusyanın sürece baştan beri karşi çıkması tamamıyla Balkanlarda kaybettiği irtifa ile açıklanabilir. Özellike Doğu Avrupadaki eski sovyet bölgelerinin tek tek Almanya ve AB`nin etkisi altına girmesi Rusya`nın tarihsel reflekslerini harekete geçirmekte ve emperyal bir güç gibi tepki vermesine yol açmaktadır. Aynı şekilde enerji ve güvenlik konularında Balkanların Avrupaya yapacağı pozitif katkı en temelde Rusyanın aleyhine işleyen bir süreci başlatacaktır. Bugünün küresel sisteminde temel siyasi çatışma alanı Avrasya ana kıtasıdır. Balkanlarda elini güçlendirmiş bir AB ve Amerika`nın Avrasyaya daha fazla ilgi göstereceğinin de farkında olan Rusya ve Çin aslında Şangay İşbirliği Örgütü üzerinden Avrasya kıtasında kurmaya çalıştıkları düzenin hiçbir şekilde rahatsız edilmesini istememektedirler. En nihayetinde Avrasyadaki egemenlik mücadelesinin ana konularından birisinin de enerji ve doğalgaz olduğu dikkate alındığında Balkanların önemi bir kez daha ortaya çıkar.

Sonuç olarak Kosova`nın bağımsızlığı bölgesel ve uluslararası düzende yeni bir sürecin başladığının göstergesidir. Bu hem Avrupa Birliği açısından hem de küresel aktörler olan Rusya ve Amerika için geçerlidir. Ne var ki bu durumun batılı devletler lehine bir kazanç olduğunun farkında olan Rusya`nın nasıl bir yanıt vereceğini ancak zaman gösterecektir. Türkiye açısından ise Balkanlara yeni bir dost ve güvenilir ülke gelmiş olup, Türkiye’nin zaten etkin olduğu Balkanlardaki etkisinin uzun vadede daha da artması beklenmelidir.

İstanbul- Türkiye
12 Mart 2008